Hayatımın ilk tek başıma seyahatine çıktığımda 21 yaşındaydım. Yaşam şartlarım çerçevesinde bir Türk için normal, ama gelişmiş sayılabilecek ülkemizde yaşayan 1989 doğumlu bir genç için çok geç olduğunu söylemek mümkün. Erasmus programı için Milano’ya giden uçağa binerken, hayatım ve kendim için ne büyük bir adım atıyordum. Evet, belki öyleydi. Ancak şimdi, bunun çok daha erken bir yaşta yapılması gerektiğine inanıyorum. Çocukları okul-ev arası giden bir ikilemde büyütmek, ailelerin yalnızca egolarını tatmin ediyor.
Emin olun, çocuklar gerçekte böyle büyümüyor. Ben yine şanslıydım ki küçüklüğüm yurt dışına gitmenin eskiye göre daha kolay olduğu yıllarda geçti. Daha ilkokula yeni başlamışken, annemin Londra’dan gelen arkadaşı London College of Fashion’ın broşürlerini getirdiğinde, gidebilmek için nasıl hayaller kurduğumu, o broşürleri yastığımın yanında tutarak daldığım rüyaları dün gibi hatırlıyorum. Gayet özgür yetiştirilmiş bir çocuk olarak, üniversite için Londra’ya gitmek de o yaşta son derece büyüleyici bir fikirdi. Sonra bir şeyler yolunda gitmedi, olmadı. Bazen olmuyor, tek başına da yapamıyorsun ama hayat devam ediyor. Sanırım önemli olan, o akışta araya girebilmek.
Henüz hiç şehrinin -aslında kendisine çizilen sınırların- dışına çıkmamış birinin, dünyanın herhangi bir köşesine gidebilmekle ilgili hayal kurmasını beklemek biraz yersiz olur. Ne zaman ki bu fikrin havada uçuştuğu, konuşulduğu ve ‘gitme’ eyleminin ‘normal’ görüldüğü insanlarla bir araya geliriz, işte o zaman hayatta da bir şeyler değişmeye başlar. Herkes aynı güdüyü hissedecek diye bir şey yok; ama bazen ne kadar uzaklaşırsan o kadar iyi gelişeceğine inanmaya başlarsın. Üniversiteyi kazandıktan sonra en sık yaptığım şeylerden biri, yurt odamda yatağıma oturup yüksek lisans için hangi üniversitelere gidebileceğime dair listeler çıkarmaktı.
Okullara bakarken öyle mutlu oluyorum ki sanki ertesi sabah gidiyormuşum gibi heyecanlıyım. Eğitim sürecim için son derece önemli gördüğüm bu radikal kararla, sanırım sonunda hayal ettiğim ortamı kurabileceğim. Tabii, hayat tam olarak böyle değil. Listeleri yaptıkça gördüm ki ben aslında hiçbir yere gidemiyorum. Gidebilmem için önce para kazanmam lazım, çünkü o dönem değil temel ihtiyaçlarımı kapsayacak bir bütçenin varlığı, okulu burslu kazansam dahi gidecek biletimi alamam.
Yine, İstanbul’da okumaktan aşırı baymış ve aslında hayal ettiğim hiçbir şeyin gerçekleşmediğini, kariyer dediğin şeyin senin hayallerinden çok farklı ve tamamen ‘tanıdıklar’ ya da ‘etiketler’ üzerinden yürüdüğünü gördüğüm suratsız günlerimden birinde kendi kendime nasıl yurt dışına gidebileceğimi düşünmeye başladım. Akşamına anneannem ve dedemle yemekte sohbet ediyoruz. Konumuz çok ilgi çekici; yakın tanıdıklarımızdan Şükrü Abi’nin oğlu Kopenhag’a Erasmus’a gidiyor. Bir anda 80 yaşındaki adam bana neden Erasmus’a gitmediğimi sordu. Duyunca çok şaşırdım, sanırım bu sorunun ondan gelmesini hiç beklemiyordum. Çünkü; bunu sorsa sorsa anne sorar, baba sorar. İlk şok geçtikten sonra, ‘aslında gidebilirim’ dedim ve masadan kalktığım an kendimi nasıl gidebileceğimi araştırırken buldum.
Tamam, gidelim ama nasıl? Baktım ki ailemden herkes ortaya 100 Euro koysa bile bu iş yine olmayacak, ben de kendimce çözümler bulmaya çalıştım. Erasmus’u oldurma çabalarımdan ilki; pek sevgili sınıf arkadaşlarımın tezlerini yazmaya başlamak oldu. Yepyeni bilgisayarımı 5 ayda hiç kapatmadan yakmak pahasına, kendiminkiyle birlikte 8 tezi tamamlayıp teslim ettiğimde artık Milano’ya gidip başka şehirleri de görmeye hazırdım. Bu konuda ailemin ve anneannemle dedemin desteklerini asla gözardı edemem; sağ olsunlar. Çok yoğun ve stresli geçen birkaç ayın sonunda öğrendiğim en büyük şey, bazen isteyince de olabiliyormuş’tu.
Birkaç ay sonra, her şeyini bizzat organize ettiğim geçici-yeni hayatım ve son derece bilinçli bir tercih olan Milano’da 32 diş Neşem olarak etrafıma pozitiflik saçıyordum. Kalacak yerimi Google’da karşıma çıkan ilk kiralık oda ilanından sonraki 8 ay boyunca ev arkadaşım olacak olan Mavi ve Leo ile iletişime geçerek buldum.
Siz olsanız internette tesadüfen bulduğunuz bir evde, hiç tanımadığınız o insanlarla o kadar süreyi geçirebilir miydiniz ya da kulağa böyle çılgınca gelen bir fikirde yedek bir otel odası bile ayarlamadan yola çıkar mıydınız bilemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki benimle aynı dönem gelen yabancı öğrenciler arasında, ev veya oda konusunda sorun yaşamayan tek bendim. Kimisi kiralık oda bulamamıştı, kimisi evler için binlerce Euro ödemek zorunda kalıyordu, kimisi ise hiç tanımadığı ev arkadaşından nefret ediyordu. Bu 8 ayın sonunda Milano’dan İstanbul’a dönerken emin olduğum birkaç şeyden ilki, insanların dünyanın hiçbir yerinde İstanbul’da olduğu kadar ürkütücü olmadığıydı. Güvenmeyi öğrendim, bir de inanmayı.
Hayatımın en güzel dönemi diye bahsettiğim aylarda, kendi içime hapsolmaktan da kurtuldum. Tabii ki, Erasmus’a giden her insan gibi ilk 10 günde o zamanki erkek arkadaşımla feci ötesi bir kavga sonucu ayrıldık. Depresyonun kralı kapıda kol gezerken, yanımda dibine kadar ‘Türkçe’ dedikodu yapacak bir tanecik arkadaşım bile yoktu. Üç beş gün odama hapsolduktan sonra, rüyamda bir aydınlanma yaşamış olmalıyım ki sabah 7’de kendimi sokağa attım. O gün muhtemelen bütün Milano’yu yürümüşümdür.
Gelmek için sabahlara kadar çalıştığım, her kuruşuna kadar kendi paramla gezebildiğim bir ortamda bir başka insan yüzünden asla ve asla kendimi üzmeyecektim. Neredeyse ‘al, çekinme al, senin olsun’ şeklinde kendimi de karşımdakine vereceğim fedakarlık sınırına pek gerek yokmuş, biraz bencil olmak da fena olmazmış. İnsanın da en hızlı doktoru, yine kendisi olurmuş.
İlk yurt dışı çıkışım, bana dünyada konuşacak insanların çokluğunu da gösterdi. İki kişi arasında, dil diye bir sınır olmadığını hiç İngilizce bilmeyen Metodoloji öğretmenim Michela’dan net bir şekilde öğrendim. Çok ilginç; ama bazen aynı dili konuştuğun insanlar sana hiçbir şey öğretemiyorken, yalnızca işaret diliyle anlaşmaya çalıştıkların hayatına güneş gibi doğuyor. Okuldaki son günümde ‘mecburen’ dönecek olmanın verdiği sıkıntıyla bahçeden ağlaya ağlaya çıkıp, sakinleşmek için McCafe’ye gittiğimde, 1 Euro’luk kahvemi alırken kullandığım aksan dolu İtalyancamla gurur duyuşumu düşünüyorum.
‘Neden dönüyormuşum ki, ben artık aksanlı İtalyanca bile konuşabiliyorum diye içten içe söyleniyordum. Ama bazı güzel şeylerin sonu da olabiliyormuş. Bir de, iki yılda İstanbul’da öğrenemediğin İtalyancayı kendi yerinde jet hızıyla öğrenebiliyormuşsun.
Gerçek evime döndüğümde ise geçen 8 aya koskoca bir dünya, hatta bir ömür sığdırdığımı anlamam çok zor olmadı. Bambaşka şehirlerden tanıştığım arkadaşlarımla kendi yaşamak istediğim dünyayı sonunda kurmuştum. Gezebildiğim kadar yer görüp kendimi buraya gelmeden önceki halime kıyasla çok geliştirmiştim.
Aylarca Ülkeler Coğrafyası kitaplarında iç çeke çeke baktığım yerleri, yerinde, kendi gözümle görmüştüm. Tost makinesi gibi çalışan makinemle kendimce muhteşem fotoğraflar çekmiştim. O zaman dokunmatik telefon yeni çıkıyordu, ‘at kafana kırılsın’ Nokia’m sayesinde bence bir televizyon programcısı bile olabileceğim aşırı ‘cool’ videolarım vardı. Bitmek bilmeyen metinlerle, okuyanın baygınlık geçirip en sonunda da ‘ne kadar çok gezecek yer varmış yahu, bari bilet alalım’ diyeceği destansı blog yazıları yazmıştım. Bir süre sonra evde bir gün bile oturmadığım ve Avrupa’nın en pahalı şehirlerinden biri olan Milano’da kelimenin tam anlamıyla ‘bedavaya yaşamayı’ öğrenmiştim.
Üst üste denk gelen ekonomik ama bir o kadar hızlı gezilerim arasında, bazı şehirlerde yorgunluktan otobüste uyuyakalıp tüm rotada saatlerce dönüp durduğum da oldu. Yanıma oturanlardan biri de çıkıp ‘kalk, burası son durak, hadi’ demedi. Onlar demedikçe ben de uyumaya devam ettim. Bu hayattaki en iyi otobüs uykumu küçükken iki katlının en önü gelsin diye dua ettiğim Varan’da değil, Barselona’nın turist otobüsünde çektim. Şubat ayına inat çıkan sıcacık güneşinin altında, Gaudi manzarasına karşı bir daha ne zaman uyuyacaktım? Yine olsa yine yaparım.
Bu yüzden, Milano sonrası geçen 7 ayın sonunda ilk işime girdiğimde, aklımdaki tek şey kiramı ödedikten sonra yurt dışına tekrar gidebilecek parayı biriktirebilmek oldu. İlk iş maaşıyla ne kadar olabilirse, o kadar olamıyordu tabii. Paranın değersizliğine söylenmek yerine, yine hayatın akışına el atarak, Erasmus okulumun yaz okulu yarışmasına başvurdum. Gitmem gerekiyordu; çünkü bana neyin iyi geleceğini çok iyi biliyordum. Bu sefer de 15 günlük eğitim bursu kazandım.
İkinci gidişimde anladım ki benim tüm yılımın motivasyonu burada geçecek 15 gün olmuş. Ben burada, bu şehirde yaşamayı seviyorum. Burası yeniden başladığım, kendime bambaşka bir vizyon kattığım yer. Milano değil, Mozambik olsa da yine aynı şeyi hissederdim; çünkü stresten, kaprislerden, mutsuzluklardan ve hayal kırıklıklarından uzak olmak daima iyi geliyor. İstediğim her şeyi yapacak motivasyonum burada beni bekliyor. Düşünüp gerçekleştirebiliyorum, beni hedefimden uzaklaştıracak mutsuz insanlar topluluğu ile aynı havayı solumuyorum.
Bizim ülkemizde ise bu, ‘doğal’ haliyle mümkün değil; herkes karşısındakinin ‘kendine göre’ yaşamasını istiyor. Siz de böylesini göre göre alıştığınız ilişkilerde, işlerde, çevrede daha fazlasını isteyemeyen bireyler haline geliyorsunuz. Bunu hepimiz yapıyoruz, yıllar boyu öğrendiklerimiz bizi içten içe yorgunluktan öldürse de sesimizi çıkarmıyoruz. Öyle gelmiş, öyle gidiyoruz.
Diğer taraftan, gitmek istediğim şehirlerde yılda bilmem kaç bombalı saldırı gerçekleşmiyor. Pembe gözlüklü bir hayat çizmiyorum tabii ki ama orada çocuklar sebepsiz yere de ölmüyor. Arkamdan biri yürürken adımlarım hızlanmıyor, korkudan titremiyorum. Hiç tanımadığım bir ülkenin sınırlarında ‘acaba burada ölür müyüm’ diye düşünmüyorum. Hiç tanımadığım bir ülkeye güveniyorum.
Başkalarının anlamadığım hesapları yüzünden yaşadığım talihsizliklere, tesadüfen yaşamama sinirden delirmiyorum, öfkeden aklım tutulmuyor. Öğrenilmiş çaresizlikle baş etmiyorum, her saniye psikolojik süreçlerimi tahlil etmek zorunda kalmıyorum. Sonra, ülkeme dönüyorum ve takip eden üç günde mutluysam, dördüncü gün kesin saçma sapan bir olay yaşıyorum. Kimse bombadan ölmüyorsa, insanların psikolojiden karardığını gözlerimle görüyorum. Hiçbir şey olmasa, en iyi ihtimalde birbirimize saldırıyoruz. Kırıyoruz, sonra da yok sayıyoruz. Yok sayarken ne de harikayız! Biz neden kendi halimizde mutlu olmayı başaramıyoruz?
Bu ortamda yaşamaktan yoruluyorum. 6 yıldır yaptığım en büyük şey, hedeflerime ulaşmak bir yana, hayatımda huzur bulmak. Kendim çok iyi olsam da, paranoyalarla aklımı meşgul etmekten bıktım. Mutsuzum, çünkü burada hayallerimi gerçek edemiyorum. Çok çalışıyorum ama asla dinlenemiyorum.
İsterse 7 gün tatil olsun, yetmiyor. Burada fikir geliştiremiyorum, geliştirsem illa ki yarım kalıyor. Hiçbir güzel şeyin sonu iyi bitmiyor. Ülkenin mutsuzluğunda hırpalanıyoruz, insanlar iç huzursuzluklarını en çok başkalarından çıkarınca rahatlıyor. Kimsenin kırgınlığı da beni bağlamıyor aslında; dahası insanların kuruntularından ve ‘dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış’ tutumlarından koşarak kaçmak istiyorum. Türkiye; koca bir mutsuzlar topluluğu. Saçma; ama zaten içinde mutsuz olan birinin karşındakini mutlu edebilmesi mümkün olabilir mi?
‘Madem bu kadar istiyorsun, gitsene o zaman’ dediğinizi duyar gibiyim. Bazen olmuyor. Olmadıkça, ben de aralara bu güzel ve unutulmaz seyahatlerimi yerleştiriyorum. Gidene kadar yaşadığım heyecan tarifsiz, dönüşte de bir süre huzur veriyor. Tüm gezilerimi yazmak için en büyük motivasyonum, ‘gerçekten’ mutlu olduğumu bildiğim bugünleri yıllar sonra okurken de aynı ilk günkü gibi hatırlamak. Sonra, ilk yurt dışı adımını atıp devamını getirebilmeniz için de sizlere biraz destek olmak, okuyanlara kendi ülkenin dışında da rahatça gezilebileceğini gösteren bir rehber oluşturmak ve tabii ki dünyanın ne kadar büyük, sıcak olduğunu anlatmak.
Evet, seyahat etmeyi çok seviyorum. Çünkü; beni iyileştiriyor. Burada tükendiğim saatleri, oralarda geçen birkaç günde tedavi ediyorum. Sadece bu yıl bayram tatili ve izinlerle birlikte toplamda 40 gün seyahat etmişim. Her dakikası 365 güne bedel. Uzakta kafam rahat. Düşünebiliyorum. Gülebiliyorum. Derdim yok. Kalbim iyi. Kim olduğumu biliyorum, unuttuysam da hatırlıyorum.
Ne yalan söyleyeyim, bazen unutabiliyorum. Seyahatlerimde tek olmasam da aslında kendimle baş başayım. Düşüncelerim daha rasyonel, daha yapıcı. Şöyle mi yapsam dediğim her şey, daha olası. Hevesim var, gücüm var; gördüğüm kimse beni tıkamıyor. Aksine, mutluluklarını gördükçe daha da motive oluyorum. Karşımdakinin bana inancı var ve bunu hissettiriyorlar. Gördüğüm şehirlerin yerlileri gülüyor, sırt çantamı gören herkes sanki beni kucaklıyor. İnsanlar eğlenmeyi, gülmeyi biliyor. İstanbul’daki huzursuzluk inanın kimsede yok.
Bundan 6 yıl önce, dünyaya ilk adımı attığım an tanıştığım evrensel motivasyonun tamamlayıcı hissi bence hayatta parayla alınabilecek hiçbir şeyde yok. Hatta, para harcayarak bize bu kadar olumlu dönecek tek şey de seyahat. Dünya büyük, insanlar sımsıcak. Aramızda sınır yok, bu yüzden hayat boyunca yalnızca bir şehre kapanmaya da gerek yok. Cennet gibi ülkemizde, mutlu olabilmek zor. Ama kendinizi ‘iyi’ hissedebilmek için bir yolunuz var; sık sık seyahate çıkmak. Yurt içi ya da yurt dışı fark etmez. Gördükçe büyür, açılırsınız. Tüm bu yazdıklarımdan sonra seyahatin bizler için bir ‘aydınlanma’ olmadığını kim söyleyebilir? Yaşamak için doğduk, imkanınız varken içinize kapanmak yerine dışarı dönün. Daima, inatla.